Kabak Çekirdeği

Yorgunluk artık beni uzundur kemiren bir kene olmuştu. Sanki derimde yaşadığını bildiğim ama onunla kurduğum samimi ilişkiden olsa gerek ondan vazgeçemediğim bir asalak gibiydi. Kendim kalmak istediğim zamanlar o kadar artmıştı ve ben bunu o kadar uzundur dinlememiştim ki sonunda düştüm, kaldım. Tek başıma oturduğum balkonumda sağdan soldan geçen insanlara ve arabalara bakarken huzur buldum. Sokak kedileri ve köpekleri, tasmalı köpekler, karşı balkondan sarkan sakızlı teyze, ışığı yandığı için perdeler arkasından belli belirsiz görünen siluetler, karanlık hareketsiz evlerden gelen soğuk..sakinleştim. İyi geldi. Sakin sakin kabak cekirdegi çitlemeye başladım ve bazı çekirdek kabuklarını, normalde hiç yapmam, aşağıya da attım, ayıp. Bir süre sonra aşağıdan bir yüz yukarı dönüp "Kardeşim sokaklara atmasana.." diye bağırdı yukarıya doğru. Tam o sırada yaklasik 3. kattan 10sn önce attığım ve salına salına aşağıya inen başka bir kabuk da, yarı telaşlı yarı kızgın gözlerle yukarı bakan çığırtkancağızın alt dudağına yapıştı. Puh diye tükürüp eliyle sildikten sonra yoluna söylene, küfrede devam eden adama da hiç tepki vermedim. Kalan çekirdekleri çitledim, yarısını sokağa attım.

Kuçular, pisiler, brrst.

Sokakta dolaşan kaplanların, işte bilemiyorum, herhalde ikinci üçüncü seviyeden akrabaları olan cici kediler, kurt ve çakallarla herhalde yine aynı sülaleden gelen, işte o da ikinci üçüncü seviden akrabaları olsun, köpekler, ormandaki et yiyen sinirliler dışında cıvıl cıvıl öten kuşcuklar vardı. Insanlar bu hayvancagizlari kuçu kuçu, pisi pisi, pist, hoşt, brsst gibi seslerle eğitmiş, onları istediklerinde çağırıp istediklerinde def ediyorlardı. Vahşi hayvanlar yoktu. Hepsi kuçudan, pisiden ve brssttan anlayan türlerdi. Insanlar esas vahşi olandı sanki. Diger hayvanları öldürüp ihtiyacı olanın çok fazlasini tencerede sicak suda haşlar, yaktığı odun ateşinde tütsüler, icat ettiği fırınlarda pişirir ve sonra yerlerdi. Ihtiyaç fazlasını da çöp dedikleri şeye döker, dışardaki şanslı kuçular, pisiler ve brsstlarin yemesini istemeden de olsa sağladıkları olurdu.

Ayar Necmi

Kasvetli bir sokakta buldu kendini. Akşam çalgı çengi yoktu, çok kişi de gelmeyecekti, o herkesin birbirini kaybettiği ve sonunda kimsenin birbirini tanıyamadan ayrıldığı günlerden de olmayacaktı ama yine de bir ton daha yüksek bir sokakta olmayı yeğlerdi. Yeğledi de hatta, fakat sokakta herhangi bir değişiklik olmadı. Mahallenin genelde it diye andığı, altı bilemedin yedi, yancılarla en fazla on kişiyi bulan bu sürü, hafta arası gece yarısı gelmeden hemen önce buluşur, gün doğumuna kadar yavaş yavaş içerlerdi. Rakıları genelde Yaş Mustafa getirirdi. Kendi üzümlerinden yaptığı, bakır imbiklerde dinlendirdiği rakının güzelliği aslında bu yöntemden değil, gençliklerinden beri ettikleri muhabbeti, tanıştıkları ayyaşlardan öğrendiklerini, ettikleri kavgada akan kanı, boğulurcasına attıkları kahkahaları ve ansızın uyandıkları beton yerlerin soğunu da rakının içine o nasırlı elleriyle bir bir özenle katmasındandı.

Fakat o gün Yaş Mustafa limandaki halat ayıklama işinin uzun süreceğinden dolayı gelemecekti. Kalan rakı bu beş itin birisine bile yetecek kadar olmadığından, bu seferlik Ayar Necmi'den istediler. Ayar Necmi sanki hiç yapmıyormuş gibi şaşırır, sonraki gün kendine ayırdığı rakıdan az kalacağı için biraz da içten içe üzülürdü. Oysa son yaptığı erik boğması bırak bu umutsuz, uğursuzları, tüm mahalleye tek tek ilkokulda öğrendikleri halk oyununu sabaha kadar fütursuzca oynatacak kadar güçlü ve bir o kadar da lezzetli idi. Öyle ki eline aldığında ağız, boğazdan akarken mide heyecanlanırdı. Onun rakısını içenler arasında tek başına aldığı her yudum sonrası ne bir damla su içmeye ne de bir şey yemeye kıyamayanlar o kadar çoktu ki, Ayar Necmi masaya rakı getirecek dediğinde ne Ezineli Uğur peynir getirir ne Manda Selim yoğurtla uğraşır ne de Cüce Ali annesini patlıcan közletmeye zorlardı.

Teyzeler, Eltiler, Dayı ve Amca Oğulları

Zombilerden arındırılmış bir bölgede, arkada güzel bir müzik, en fazla görüş alanında üç dört tembel dolansın, otursun, soğuk bir bira ya da serin bir kırmızı şarap.. tertemiz. Arkada devamlı telefonuyla dert anlatmaya çalışan adam olmasa, ben de kendimi şehrin ortasında değil de o herkesin herşeyi bir anda bırakıp gideceği mekanda sanacağım. Ama adam dertli, işini sonuna kadar yapmaya çalışıyor, derdini büyüte büyüte dünyaya mal ediyor, yine de inandırıcı olamıyor.

Uzakta gördüğüm az karlı tepeler üstünde tek tük evler var. Ne hayatlar orada acaba. Benimle ne kadar ilgililer, ben onlarla ne kadar birim. Hava bugün güzel galiba, yani güzel dediğim eksi derecelerden değil, kış için iyi. Dumanlar tütmüyor fazla bacalardan. Aralardaki cami minareleri gururla ufuktaki dağların tepesini işaret ediyor. Herkese bir şey olsa bize olmaz der bu minareler ama ilk yıldırımda onlar gider. Hep öyle hayat.

Uzakta bir yol var. Eski model bir otobüs yavaş yavaş geçiyor, sanki az sonra duracak sanıyorsun ama değil. Ufuk çizgisi bitti o durmadı. İçinde çalan müziği tahmin ediyorsun. Uzaklara dalarak süren yüzük çizikli, orta yaşlı, gri pala bıyıklı şöfor, tembellik yapacağı evi ya da en kötü bezik oynayacağı kahveyi bırakmış, içinde taşıdığı yolcuların güvenliğine ya da trafik kurallarına aldırdığından değil de, bu külüstürün ancak bu kadar hızlı gidebileceğinden, yavaş yavaş, arkasındaki köy ziyareti yapanları, kaynına, eltisine, dayı ve amca oğullarına, o tepelerde görünen evlere taşıyor.

Güneş tam batmak üzere iken bazen alevlenir de son bir sorti yapar ya dünyaya, o, günün son ışıkları sanki sabahın ilk ışıkları gibi vurur tenine ve ısıtır seni, işte onu yapmaya çalışıyor güneş aralardan derelerden. Amacı da seni ısıtmak da değil sadece şov! Bunu yapmadan gitmek istemiyor bugün buradan. Zaten şov olduğunu benim çevremde oturan tembeller, otobüste giden ahali, tepe evlerde misafir ağırlayan ya da misafirliğe giden teyzeler, eltiler anlıyoruz, hemen zayıflıyor, sönüyor, sanki utanarak arkasına bakmadan kaçan bir sahtekar gibi başka bir bulutun arkasına giriyor. Bir sigara yakmıştır bu rezillik üstüne diye düşünüp kafamı çevirip baktım ona. Bulutların arkasından hala buradayım diyordu da neye yarar. Rezil oldun eltiye, kayna, kuzenlere ve bize.

Yalancı

Yalan söyleyerek rahatlamaya başladı. Fırsat bulduğu anda yalan söylüyordu. Ahlaksız davranışlarının ve devamlı olarak söylediği onca yalanın önü bu kadar iyi hissettireceğini bunu yapmadan önce bilemezdi. Kaldığı yeri, adını, işini, sabah ne yediğini, akşam ne yapacağını... Hepsini o anda uyduruyordu. Daha da ötesi sadece birkaç kelime bilgi sahibi olduğu kitapları, filmleri, mekânları böbürlene böbürlene anlatıyor arada tutarsız bir durum olursa başka bir yalanla durumu kurtarıyordu. Bu düzgün ve dürüst hayatına eşlik eden yalancı, onun en büyük dostu olmuştu. Zaman ilerledi. Bu yalancıyla yaşamaya ve istediği zaman onlarca yalan söylemeye alıştı. O gün, farklı bir şey yapmak istedi ve yalancıya yalan söylemeye başladı. Kurnaz yalancı durumu anlayabiliyordu sanki ama o kendine güvenini kaybetmeden, taviz vermeden yalan söylüyordu o yalancıya. Bir gün yalancıya yalan söylerken yalan söyleyenin kim olduğunu düşündü. Kendi değildi, yalancı değildi, kimdi bu? Yalancıya konuyu açtı, destek isteyerek. Yalancı yalan söyledi, ama bunu bu sefer kendi de anladı. Destek bulamayacağını anlayınca yalancıya yalan söyleyen ile yalancıyı bir masada buluşturma kararı aldı. Aynı masa... Kendi, yalancı, yalancıya yalancı. Oturdular. Bir türlü çözüm bulamıyorlardı çünkü gerçek artık körelmiş yalan gerçek olmuştu. Yalan gerçek olduğunu fark ettiğinde yalanı artık o kadar tehlikeli bulmadı. Yalandan sohbet edip dağıldılar.

Ne Sandın?

Kendini film şeridinde mi sandın? Yürürken arkada çalan bir müzik ve seni takip eden onlarca insan mı var sandın? Yalnızlığını neden bastırmak istiyorsun ki.

Yürü git.

Tek başına ve kimseye ihtiyaç duymadan yapabilirsin bence. O ağlak tavırlarını kimse umursamıyor anla bunu. Her biten şey gibi bu hiçbir şey de bitti. Bitişlere alışsana artık. Seni tokatlaması için en yakın arkadaşına ya da iyice kendine gelmek istiyorsan cüsseli bir pehlivana kendini teslim edebilirsin. Yüzünü buruşturdukça göz ucuyla sana bakan insanların aklında 2 saniye bile kalmayisindan anla bu yararsiz serzenisini.

Sokakta

Yaptığı tüm bestelerden uçuşan kahramanları, fikirleri, kalbini ezen duyguları ve onu göğe firlatan mutlulukların hepsini, aynı anda gördü o akşam caddede yürürken. Aynı şapkayı takmış iki ergeninin muhabbetinde, o kadının bacağındaki siyah dövmede, beyaz ve uzun saçlı iri yarı adamda, ara sokaklardan gelen sokak çalgıcılarının beste ve güftelerinde, ikide bir arkasına baktıran şuh kahkahalarda, göğün en mavi, güneşin en taze anında, havanın dostluğunda, dostların havasında, sahaf gibi dizi dizi döşenmiş dükkanların az konuşup, çok okuyan orta yaşlı sahiplerinin gülümsemesinde, somurtmasında. Yürüdükçe enerjisi artıyor, keşfettikçe büyüleniyor, göz göze geldikçe daha uzun takılıyor, sanki tüm cadde ile tanışıyor, ağlaşıyor, sevişiyor, bağrışıyor, sohbetler ediyordu. Tam o sırada anlamsız mı anlamsız, oradakilerin neredeyse hepsinin saçma sapan diyeceği, birçok psikoloğun, sosyoloğun, genetikçinin oturup bir araya gelse çözmesinin aylar süreceği bir olay gerçekleşti. "Ript Azl" denilen bir grup adam ve kadın sokakta ellerini bırakmadan, birbirlerinin çıplak ayaklarına Leonardo da Vinci eseri gibi durup, hem de basarak, dudaklarını eğe büke birşeyler söylüyormuş gibi yapıyorlar ama ses çıkarmıyorlardı. Sonra birden zıp zıp zıplayan bu yaklaşık 200 kişilik grup, ortalarına aralarından birini alıp güle güle, oynayarak, kahkahalarla eziyorlardı. "Linç köpeği, linç köpeği.." diye tezahürat ederlerken, aşağıdaki tarikat üyesi ölüme hızla yaklaşırken olabildiğince kahkaha atmaya çalışıyordu. Daha önce benzerlerini yapıp daha sonra yasaklanan YouTube videoları yayınlayan bu grup, yine aşağıdaki muridin fotoğraflarını ve videolarını çekiyorlardı. ....Linç köpeği...linç köpeği...ugh ugh linç köpeği... Kimsenin tepki göstermemesine hiç şaşırmayan birçok kimse de ya yan gözle bakıyor ya da olay mahalinden gamsızca uzaklaşıyordu.

Ben de öyle yaptım. Gıbbiz tarikatının zehirlenip meydanda yerlere düşecek kadar yoğun sessiz dans etmelerinden sonra tanık olduğu en insan absürdü şeydi bu. Bütün bu saçmalıklar bitse artık diye düşündükçe sağda solda iyice belirginlesmeleri moralini bozuyor, kendini yine bir mahalle hanında bira var mı derken buluyordu. O gece yine nefes alamayacak kadar içmişken, gün boyu karşılaştığı insanları ve olayları gözünün önünden geçirdi. En sevdiği şeydi bu, o günlük ölmek. Tüm hayat olmasa da o günü film şeridi yapıp akıtmak gözlerinin önünden. Son karenin yavasca kararması ve hatırlayamadığı bir şekilde yatakta ya da onun gibi bir yerde kendini yatarak bulmak.

Tıp!

Kimse ses çıkarmasın şimdi, tıp!

Ne kadar da uyumlu bir güruh ki herkes sustu.

Birbirlerine daha az, etraftaki ağaçlara, gökyüzündeki yıldızlara, uçuşan bahar kokusuna, ağaçların hışırtısına daha çok baktılar. Tek kelime ile tıp olmuş bu topluluk, oburluklarindan cezalandırılalı henüz çok az, kiskancliiklarini yok etmek için tedaviye başlayalı biraz daha fazla, ağlamayı keyifle deneyimlemeye çalışmaya başlayalı ise oldukça uzun zaman geçmişti. Kendilerini hep bir kurban gibi gören bu bahar rüzgarları, yaz gelmesiyle ısınıp durulur, bir kutup ayısı gibi heyhula ve çaresiz kalırlardı. Aslında hikaye basit. Bir tornadan çıkmış gibi isyankar, salyanın elinde donduğu andaki gibi deride gergin, limon sıkarken etrafa saçılan damlaların yüzüne gözüne bulaşmamasını dilediğin andaki gibi tetikte, ayağın takılıp da adimlarca düşmemek için koştuğun o denge turları gibi korumacı.

Haydi uzak uzak koşalım seninle. Yorumlamayı unutalım, utansın yorulan, söylemesin ötekine.
Çocukluğundan beri pamuk şeker gibi avuçlamak istedigin bulutların altinda, yay gibi uzanan havaya tutunup sallanalım arılarla, varsın eteği sıyrılanın donunu izleyerek hayal kursun her başka kes..

Cin Türbesi

Azgın Deli Bekir dedi adı sorulduğunda. Kırmızı burnu lekeli ve buruşmaya az kalmış keçe gibi bir dokudaydı. Gözlerinin feri sönmek üzereyken herhalde ya yeni bir haber duymuş ya da süpriz bir olaya şahit olmuş ki, yeniden ufak da olsa gözünün taa arkalarında tek bir mum yakılmışcasına ufak bir ışık belirmişti. Suçsuz olduğunu söylüyor başka bir şey demiyordu. Mahalledeki herkes onun ismini söylese de onu gören duyan olmadığı için suçlamak da kolay olmuyordu. O sessiz sokaktan geçerken gelen patlama şeklindeki cam kırılma sesinin en büyük mimarı olsa olsa bu deli bekir olur diye azgın adamı el ense toparlayıp getirmişlerdi tütsüler yakıp tapındığı cin türbesinden. Bırakın beni diye bir kere bağırmıştı. Sesi sanki 10 tane kendisinden varmış gibi uzun uzun yankılanmıştı. Yaka paça sesleri, nefes sesleri, ter ve tükrük sıçramaları, zorlanmalar üstüne tütsü ve nem kokuları karışmışken, içeride duvarlarda bulunan totem figürlerinin sırıtarak bakanları bile ciddileşmiş, doğru düzgün otoriter bir tanrı figürü olmaya çalışmışlardı.

Cin türbesi bundan çok uzun zaman önce kuruldu. Duvarlarındaki her bir zerre taş, 14 yaşından önce ölen çocukların mezar taşlarından alınan küçük parçalardan yapılmış mermer mozaiği idi. Duvarın akustik yapısı, karıncaların bile hırlaştıklarında yankısı duyulsun diye bronz alaşımlı harç hurç bekisi kullanılarak yapılmıştı. Yukarıdan sarkan her ne ise, mum tutan avizeler, totemler, tepsi ve tabaklar, üzerinde örümcek ağ yapmasın diye sivri otu ve göze tozu ile iyice zımparalanarak, mat ve itici bir hale getirilmişti. Cin türbesini en çok barksızlar, sonra tanrısızlar, sonra hırsızlar, sonra kör topallar en son olarak da zindandan yeni çıkmış arlanmazlar ziyaret ederlerdi. Hepsinin en sık bir araya geldiği ay tutulması günlerinde yoğun kokudan ve hır gürden içeriye normal, yani işte başka bir insana ya da hayvana alenen zarar vermeyecek normallikte, bir insanın girmesi mümkünsüz olurdu. Içinde konuşulan her muhabbeti ve hırı ve gürü taşlarına hapseden bu dev mabede, herkesin aynı anda dışarı çıkıp avlunun bomboş kaldığı nadir anlarda, bu sesleri duvarlarından geri türbeye verdiği rivayet edildiği için halk arasında adına Cin Türbesi denmişti. Sokaktan geçenlerin içerideki sesleri duyanlardan bazılarının dili tutularak, bazılarına el ayak krampları girerek, bazılarının da mide bulantilari ile titreye titreye mahalle simyacisina başvurduğu, kafalarına kalın bir dal tütsü ile beraber, koyu renkli bal kıvamlı zehirleri içerek ancak kendilerine geldikleri şehirde masallara konu olup tüm çocukların dünyasına yayilivermisti.

Zehir

Yemyeşil erikler vardı masada, çukur bir cam kapta. Kütür kütür yemelik gibi görünüyordu, sert olmalıydı. Dokunsa bilecek ama dokunmadı; ona ne ki, sırf siz bilin diye de bu zahmete girmezdi. Bardaklar vardı kimisinin yarısı dolu, kimisinin yarısı boş. Farklı hikayelerin farklı izleri bulaşmıştı üstlerine, içlerinde kalmış yağlı içkiler de derin uykuya çekilmişlerdi dün geceyi çoktan unutarak.

Sirke gibi bir koku hakimdi masaya. Kallavi servis tabakları hariç, üç tane temiz, hiç kullanılmamış, yaklaşık sekiz on tane de üstünde birşeyler yenmiş beyaz tabak vardı. Kalmış yemek parçalarına doğru atağa geçmek üzere hareketlenen bir grup karınca, yerden masaya çıkışın yollarını durmaksızın denerken, şöminenin kalan son közleri, bu 100 yıl öncesinden kalmış salonu ısıtma misyonunu çoktan bitirmiş, oymalı ahşap mobilyaları biraz daha tütsülemekten başka hiçbir işe yaramıyordu. Salonun ucundaki kitaplıkta kitaplar hem dik hem yatay konmuştu. Kendi hikayeleri dışında, püskümüş sayfalarından fışkıracak  kaç tane farklı hikayeye de tanık oldular kimbilir diye düşünürken içeriden bir ses geldi. Tok, kesikli bir tıkırtı. Sanki iri, eski bir duvar saatinin,  saat başını göstermeye geçtiğinde, akrep ve yelkovanın beraber hareket ettiği o nadir anlarda çıkan ses gibi bir akustik harika. Halıdan çok posta benzeyen - instagram postundan bahsetmiyorum dediğim daha cok ayı postu gibi birşey - yer kaplamalarının arasından görünen taşlara basa basa içeri doğru yürümeye başladı. Bu ne yaparsan yap nostaljik görünümünü asla değiştirmeyeceğin koca konakta, sesin geldiği yerin mutfak,  mutfağın yerininin de konağın taa diğer tarafında olduğunu anlaması biraz zaman aldı; yani 13 saniye kadar diyelim. Dün geceki asiller toplantısına gelen soysuzları doyuran bu kutsal oda, yani mutfak, kuzinelerinden hala dumanlar tüten, kazanların Nasreddin Hoca fikrasındaymışcasına farklı kazanlar doğurduğu,  gümüş çatallar bıçaklarla tahta yemek yapma araçlarının dostça yıllardır yaşadığı ne güzel bir yuvaymış meğer dedi içinden, ilk adımını içeri attığı anda. Tüyleri ütülmüş zavallı bir tavuk beğenilmemiş olacak ki pişirilmeden orada bırakılmış, kokmasın diye de üstüne şimdilik bolca kaya tuzu atılmıştı. Kazanların içi dünden kalma yemeciklerle dolu. Bu yemecikler asiller yerken tat vermek, fakirler yerken ise doymak için yaratıldığından, kime nasıl servis edeceğiniz de bir o kadar önemlidir. Dünkü toplantıda dünyayı değiştirme kararını alan bu güruha servis yapılmadan önce yemeklerin lezzetini ve zehrini test eden beş görevli hamal gurmenin masası ayrı bir renkte, köşede her zamanki gibi duruyordu. Tadım yaparken şarap içmeleri yasak olan bu ekip, içerideki yemek bittikten sonra bir fıçıyı bitirip küfelik olur ve geceyi en son nerede bitirdiklerini ne kendileri ne de mutfak ahalisi bilmeyecek şekilde zıkkımlanırlardı. Hamal gurmelerin kafalarını heybetle sallayıp onaylamaları sonrasında, servis edilirken bu yemeklere herhangi farklı bir lezzet ya da zehir katılmasın diye, dünyanın 7 farklı kıtasından 7 sakallı adam ve 14 kadın mutfaktan salona giden yolda yemek servisine pür dikkat eşlik eder, gümüş kapaklı tabakların altın suplalarla masada buluşuncaya kadar açılmıyor olmasını garanti ederlerdi.

O gece farklı olan, bugün onun bu ıssız evi incelemesinin istenmesinin sebebiydi. Olanları duyup bir de gördükten sonra gelmemesi diye bir şey olamazdı zaten.  Ya yemeklerde bir sorun vardı ya da bin yıldır dededen toruna bu işi yapan gamsız  gurmelerin bile fark edemeyeceği yeni bir zehri kolaylıkla zerk edebilmişlerdi yemeklere. Zehir deyince hemen öldüler sandınız değil mi? Asillerin hiçbiri ölmedi ama ölmekten beter mi olmuşlardı acaba? Kararda hemfikir kaldıkları sabahın ilk saatlerinden sonra, herzaman olduğu gibi evlerine sessizce çekilmeleri yerine, şehir meydanında omuz omuza vermiş müzik olmadan geleneksel bir dansa benzeyen bir dansı ediyor olmaları halkı şaşırtmıştı ama sadece o da değildi. Enerjilerinin sonuna kadar dans eden bu asiller sonunda yere yığılıyor ve yağverleri ancak o zaman müdahele edebiliyor, onları kaldırarak en yakın hekime yetiştirmeye çalışıyorlardı. Hekim kafalarına bir torba buz koyup dillerini dışarı çekerek karınlarına bir güzel bastırınca kusup açılıyorlar ama sonrasında yine dans ederek meydana koşturyorlardı.  Olay halk arasında gülünç, izlenesi bir tiyatro oyununa dönmüş, biraz da halkın asillere olan gizli ve bastırılmış hınç, nefret ve kıskançlığına karşılık öc gibi görülmüştü. Ailece, ailesi olmayanların da serseri arkadaşları da dahil bütün arkadaşları ile meydana toplanan halk,  kuruyemişler ve kahkahalar eşliğinde bazen alkışlarla tempo tutarak, bazen bayılan asilin taşınmasına yardım ederek -halk hep asillerden daha iyi ve anlayışlı olur ya- günü geçiyorlardı. Durum asil klup "Gıbbiz" arasında tedirginlik yaratmış, efendi görüntülerinin, hele bir de dünyayı değiştirecek kararı açıklamadan hemen önce, bu şekle bürünmesine karşı acil onlem almaları gerekmişti. İşte Hupti'yi sabah erkenden konağa çağırmalarının, çok gizli ve acil rapor istemelerinin sebebi buydu.

Sokakta Gece

Karşıdan doğan dolunayın gölgesinde bir bekçi kasketi. Sessiz sakin sokaklar dinleniyor gecenin dibinde. Birkaç çöp hışırtısı hafif rüzgardan, kulak okşuyor. Bekçi sigarasından her çekişte geçen zamana bayram ederken, etrafa bakarak, ama görmeden yürüyor ağır ağır. Arnavut kaldırımlarından aykırı olanlar özgürlüklerine kavuşmuşlar. Çıktıkları deliği ve geride kalanları alaycı bakışlarla süzüyorlar. Birkaç sokak hayvanı sakin sakin oturuyor, kedi mi köpek mi tam belli değil, uzaktalar. Yoldan geçen kimsecikler, sabah olunca gelecek güruhu dingince bekliyorlar. Hafif bir deniz kokusu arada geliyor, arada tozlu şehir havası, çok nadiren de yanık kokusu..Sokak aralarında ısınmaya çalışanlardan olsa gerek. Bir fırt daha çekerken sigarasından bekçi, sokağa kafasını çevirmeyi akıl ediyor. Sokağın taa sonunda bir hergele, sallana sallana ilerliyor bekçi ile aynı hızda. Elindeki şişeyi atınca sokağa, cam kırıkları ile tarihleniyor sokak. Çıkan şişe patlama sesine düdük sesi karışıyor hergele hızlanırken. Birkaç ışık yanıyor sönüyor. Olay yok ya, bekçi de bunu fırsat biliyor, takılıyor peşine karanlık sokakta.


Ömer

Kör Ömer  her zaman aşık olmazdı. Kokuyla, dokunuşla irkildiği az olmuştu. Hastayken ciğerlerinin söküldüğünü görürdü de rüyalarında, aşık olduğu kadını hiç göremezdi. Anlatmadığı bir sürü hikayede, sormadığı birçok soruda saklardı aşkını. Kalem varsa karalardı aklınca.  Yoksa ezik fıstıklardan yaptığı bulamaç ile hislerini yerdi. Ancak o zaman biraz imgelenirdi aşkı. Kara kış sonrası, herkesin yorgun ama umutlu olduğu bir günde irkildi Ömer. Uzaktan gelen koku ve dokunmasa hissettiği o yere basış hissi ile. Hayatında hiç daha önce görmediği için, gelenin bir su aygırı mı, yoksa lunar bir yaratık mı, yoksa bir insan mı olup olmadığını düşünmeden şıp diye nabzı hızlandı. Çöl sıcaklarından kalmış bir esintiyle boğuşurken, yalnızlığı ile yapboz oynarken, kalın çerçeve taktığı işe yaramaz gözlüğünün burnundan akan ter damlaları ile hafif kaydığını hissetti. Özgürce fışkırdı kendi içinden. Sudan çıkmış balık gibi pır pır hareketlendi içi, dışı. Kafasını çevirip bakmadı,  göremezdi çünkü tahmin ettiğiniz gibi,  ama derin bir solukla çağırdı onu yanına.  Gel diye haykıran nefesi ile o taze koku karıştı birbirine. Dondu zaman, bir an. Ama o kadar kısaydı ki, devam eden, akan binlerce olayla kayboldu gitti an. Yaşadığına mutlu, hıçkırık krizleriyle donattı masasını.  Sonra geçenler  görmüş onlar söyledi. Başı masada, ya uyuya kalmış ya da ölüvermiş Ömercik.

Tokatladı

....Tokatladı. Tokatladı. Tokatladı. Tokatladı. Tokatladı. Tokatladı. Tokatladı. Tokatladı. Tokatladı.....(lutfen kalan kısmı okurken, bu kısmı içinizden söylemeye devam ediniz.)
.....
Birbirlerini tokatlaya, tokatlaya, topaçladılar. Yani yanakları al al oldu ikisinin de. (Tekrar etmeyi unutmuyorsunuz değil mi?...tokatladı.... tokatladı.....)  Konuşurken kibar olma niyeti, her ikisinin de hiç olmamıştı. Anlaşma süreci en başta çetrefilli geçer, sonrasında kasıp kavuran fırtına bitmişcesine durulur, öpüşüp, sarmaş dolaş olurlardı.(....tokatladı.....tokatladı....) Ama son ana kadar da, o sarılma anından bahsediyorum, kafalarında soru işareti, ünlem ve birkaç ayrı yazılmış de eksik olmazdı. Sen de....! Bir de...? ....O bütün bunlari düşünürken, al yanak karşısında uyuya kalmıştı. Yine tekleşince içmek istedi canı. Bir, iki, üç derken sarhoş oldu kendiyle. Kafaya diktiği son şişenin üstündeki etikette ters yazan harfler gözlerini şaşı etti. İçerken son yudumlarını gözleri şaşı şaşı etikette yazanları tek tek okumaya çalıştı..ama yok,olmadı. İçki bitti hüsranına mı kapılsa daha dogru "yudu",  yoksa ılık içtiği son damlalara mı...yoksa şu uyuyan güzel mi?bilemedi.. (...tokatladı..... tokatladı.....)

Hastanede

Yalnızlıktan o kadar korkmaya başlamıştı ki, hava kararıp da insanlar mışıl mışıl uykuya daldiginda, evde kendi başına tir tir titriyor, gelen her tikirtiya çığlıkla karşılık veriyor ve en sonunda da, çoğunlukla üstüne giyecegini ve anahtarını da unutup evden fırlayip bir hastanenin acil servisine kosturuyordu. Acil servislere bayılıyordu. Hep hareketli, hep canlı, hep heyecanli. Oturup hasta sahibi gibi sabahı bekler, diğer hasta sahipleri ile sohbet eder, içerde pledimemik polibaykuş teşhisi ile yatan anneannesini beklediğini söylerdi. Yine hikayesini anlatıyordu ki, kapıdan aksıra tıksıra hapşura hapşura burnu kanayan kısa boylu, ilik gibi bir adam girdi.

İsteksiz

O kadar isteksiz yürüyordu ki ondan para isteyen dilencinin eline kramp girdi, eli havada kaldı. Güneşle arasına giren dev bir bulutun gölgesinde, bezik ve ezik, halsiz ve donuk, soluk soluk yürüyordu. Parende atan piç sokak köpekleri arasında, az sonra buluşacağı güleryüzlü, ölü arkadaşlarını düşünerek ilerlemek, içinde hiçbir kıpırtı oluşturmadı. Yıllar önce tıbbi atık kamyonu ile yaptığı trafik kazası sonrasında, arabasının ön camından içeri boşalan organların  kokusunun başlattığı hapşırık tuttu yine. Onlarca doktorun bulamadığı bir hastalığa kapılmış, gelen hapşırık ataklarını durduracak bir çözüm bulamamıştı. Yaklaşık altı buçuk saat süren bu seanslar sonrasında burnu kanar, kusar, terler, bitap düşer, gözleri kızarır, hayattan bezer bir şekilde en son sadece göbeği ileri geri giderek uyuya kalırdı. Hissettiği anda hiç hıçkırmasa, hickirmama ihtimali vardı ama o anki kontrol o kadar zordu ki. Güçlük sadece kendini sıkmaktan değil aynı zamanda, eğer  hıçkırmasa, o günkü kokunun genzinden direk midesine doğru ilerlemesi hissini engelleyemeyişindendi de. Bunun olduğu zamanki bulantı ile hıçkırıktan bayılmak eş zorlukta idi.

Restoran

Restoranımıza hoşgeldiniz, nese getirdiniz hanımefendi. Restoranımız, müşterilerimizin bireysel olarak tercih ettikleri yemekleri, kendi emekleriyle hazırladığı ve komünal masalarda beraber yedikleri eski bir Uhut geleneği ile çalışmaktadır. Patates, arpa ve soğanlar şu rafta..pirinç, yağ ve domuz parçalarını ise şu tezgahta bulabilirsiniz. Kevgir, oklava, plata ve tepsiler ise bize sormanız karşılığında güler yüzle size sağlanacaktır. Şimdi içeriye girip bir an önce başlayabilirsiniz. Restoranımızda lezzetli yapılmış yemekler için para almıyoruz. Ancak tum müşterilerimizin lezzetli yemekler yapması durumunda, en lezettli yemeği yapan musterimizden para almıyor, onu alkisliyor, diger musterilerimizden ise iki kat para alıyoruz. Yemeği hazırlarken bunu göz önünde bulundurun.
Anlardan, daha sonra ne guzel zamanlardı diye anılacak sıradan bir andı. Candan bir gülümseme ile karşıladı kapıyı açan sümüksü bakış..Farkına varması zor olmayan tedrip. Bütün suratların, bu kadar eğlenceli bir yerde asık olmasını anlayamadı. Parmaklarını kesmeleri miydi sebep,  malzeme kalmaması mıydı, yoksa hiçbiri değil de o ilk bahsedilen kurallar saçmalığı mı idi? Herkese gülümseyerek Lidya usulü palamut çorbası yapmak için tezgahının başına geçti ve hoooop!
-Halis muhlis keçi sütü olan var mı? Uzaktan bağırıyordu baş parmağı kesik, gri saçlı bir kadın.
- ah tabi, dedi mutfak sahibi. Keçileri güzelce şımartiyoruz ki iyi versinler.
- Versinler? Ne versinler?
- Et
- Et?
- Et.
- Ben süt sormuştum ve var demiştiniz.
- Ah tabi. Ham kafalılık yaptım sandınız ama yanıldığınız makus kaderinizin bir parçası oldu an itibariyla. Çünkü bu et pek güzel bir süt aslında.
Löp, yağsız yarım kilo kadar etti elindeki. Bir makinaya koydu, üstüne biraz un, şeker -herhalde- koydu. Makinanın düğmesine bastı. Et once yumurtaya daha sonra ise süte dönüşürken açıklama yaptı: hidroksil betibenizasidil sayesinde artık bunu yapabiliyoruz. Özünde et olan her hayvani gıda için tek et yeterli oluyor. Nano teknoloji sayesinde nano robotcuklar da işin içinde tabi. üstünde nanorobottayazik yazan aletten bahsediyordu. Sütü alip tezgahının başına dönerken, restoran sahibinin az ilerde altın dişli, aksayarak yürüyen yaşlı kadını karşılaşmasına şahit oldu. Oooo hoşgeldin tipti nene!

Degistiremezsin ki cogu seyi.
Dusundun bitti gecti, biraz rahatla simdi.
Durumlarda bir tuhaflik hep vardi gitti.
Biraz surda uyusam Vito gelir mi belki.

Bir ben, burda boyle buyusem.
Hepsi cok guzel ama once bilirsen.
Yukarda bekleyenler,
Sorar, yazar, hep cizerler.
Yukarda hep dengede,
Durur butun gezegenler.

Bonus track:

Sabah sabah dala tirmanmaktan da olabilir
ama oyalanmaktan basim agridi.

Cok fazla onu, bunu, bu kadar insani kim doldurdu evin gobegine bilmem ama.
Hava da fena sicak, dagitmazsam kalabaligi, aklim iyice fenalascak durduk yere.

Sebep buldurtma yine sabah sabah,
Zaten pek yorucu hep eksik hissedip, hic eksik olamamak.

Hatirladigim kadriyla da sakinlesebiliyorum,
O yuzden bir an once su bas agrisinin gecmesini bekliyorum.

Birilerine de kizginim sanki, ama bir yandan da hic yok gibiler.

Devrik devrik konustum yine.

Şehirde geçen kaotik günler

Çevrede gülenler, kahkaha atanlar, muhabbeti koyulaştırıp birbirini ittire ittire hikayenin sonunu getirenler, yorgun argınlar, sessiz sakin etrafa bakanlar, hızlı hızlı yürüyenler, yavaş tempoda telaşlı koşanlar,  sırasını bekleyenler, sıradanlar ve sıradan olduğunu kabul etmeyenler, hayalini gerceklestiremeyenler, hayalperestler,  motor sesi, kulaklıktan gelen müzik sesi, ter kokusu, izmarit kokusu, petrol kokusu, bitik günler, bezik suratlar, mutlu dedeler, uyuyanlar... ağır durumda bir sürü deli, delirmiş bir sürü normal.

Titreşim

Yavaş yavaş attığı her adımda, rapunzelden sonra gördüğü en uzun saçlı azmanın odaya koltuk altından tüten kokusunu hatırlıyor, midesi kalkıyordu. Delip geçerken yaşlı bir mermi gibi, soluğuyla itiyordu marsıklardan fi tarihinde tütmüş dumanın bıraktığı pusu. Yerli yersiz söyleniyordu kendi kendine. Blu blu blo da diyordu yanaklarının sallanması hoşuna giderek. Ağır bir perdeydi aslında üstündeki. Zor bir kalkan, dert bir kisve. Sıkıntısı bitse de, bitmese de uzayıp giden bu git gellerin sonlanmayacağını biliyordu. Yaşam onun için bir titreşimdi aslında. Aşkı hisettigindeki kısa kısa sık, ölümü düşündüğündeki ağır ve seyrek olan. Dostlukları da, aşkları da, himilkanhimilkanları da, yaşadığı yere sevgi ve yaptığı işe saygısı da pıt pıt atan bir hücre, zamanı belli olmayan bir medcezirdi onun için. Tur atarken bunlarla kaldı kendisi.

Karmen

Karmen'le ilk tanıştığımda heyecanlanmıştım. Sonrasında Karmen yerine tanışacak bir çok çikolata çıktı karşıma, hepsini yedim. Karmen orada kaldı. Sessiz ve asil...Gerçek ve bezil...Karmen'i her aradığımda benle hala iyi konuşur..Ama o tınıyı hep algılarım sesinde..o buruk acı tat nedense benim de dilimi yakar..